207

٢٠٧

وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَشْرى نَفْسَهُ ابْتِغَاءَ مَرْضَاتِ اللّهِ وَاللّهُ رَؤُفٌ بِالْعِبَادِ

(207) ve minen nasi mey yeşri nefsehüb tiğae merdatillah vallahü raufüm bil ibad

İnsanlardan bazıları nefislerini satarlar Allah’ın rızasına ermek için Allah kullarına karşı çok şefkatlidir

1. ve min en nâsi : ve insanlardan
2. men : kim, kişi, kimse(ler)
3. yeşrî : satar
4. nefse-hu : kendi nefsini
5. ibtigâe : aradı, istedi, diledi
6. mardâti allâhi : Allah’ın rızasını
7. vallâhu (ve allâhu) : ve Allah
8. raûfun : çok şefkatli
9. bi el ıbâdi : kullarına

وَمِنْ النَّاسِinsanlardanمَنْöylesi de vardır kiيَشْرِيsatarنَفْسَهُnefsiniابْتِغَاءَaramak içinمَرْضَاةِrızasınıاللَّهِAllah’ınوَاللَّهُAllah daرَءُوفٌrauf’turبِالْعِبَادِkullarına karşı


SEBEB-İ NÜZUL

Rebî’den rivayet ediliyor: Mekke  ilerden birisi müslüman olmuş ve Hz. Peygamber (sa)’e gelmek, Medine-i Münevvere’ye hicret etmek istemişti. Müş­rikler onu bundan menedip hapsettiler. Müşriklere: “Bırakın beni gideyim, kar­şılığında evimi ve malımı size vereyim.” dedi. Önce kabul etmedilerse de sonra bu akıllarına yattı ve evini, malını almaları karşılığında onu serbest bıraktılar, O da Medine’ye doğru yola çıktı. Allah Tealâ da Medine’de Rasûlü’ne “İnsanlar­dan öyle kimse de vardır ki Allah’ın rızasını isteyerek nefsini satın alır…” âye­tini indirdi. Medine-i Münevvere’ye yaklaşınca kendisini Ömer karşıladı ve: “Satışın kâr etti” dedi. O da Ömer’e: “Senin alış-verişin de zarar etmesin.” De­yip Ömer’e bu sözüyle ne kastettiğini sordu da Hz. Ömer “Senin hakkında şöyle şöyle âyet nazil oldu.” dedi.

İkrime’den gelen bir rivayette ise âyetin, muhacirlerden Suheyb ibn Sinan er-Rûmî ve Ebu Zerr el-Ğıfârî hakkında nazil olduğu belirtiliyor. Ebu Zerr el-Gıfârî müslüman olduğu için ailesi tarafından yakalanıp hapsedilmişti. Ellerinden kurtulup kaçmış ve Medine-i Münevvere’ye kendisi gelmişti.

İbn Abbâs’tan gelen bir rivayete göre de Abdullah ibn Ced’ân’ın kölesi Suheyb ibn Sinan er-Rûmî, Ammâr ibn Yâsir, Annesi Sümeyye ve Babası Yâsir, Ebu Bekr’in kölesi Bilâl, Ebu Zerr el-Ğıfarî, Habbâb ibnu’1-Eret ve Huvaytıb’ın kölesi Abis hakkında nazil olmuştur. Nahl, 16/41 ve Nahl, 16/106 âyetleri de bunlar hakkında inmiştir. Bunlardan Suheyb Mekke’deki mal ve mülkünden vazgeçerek bunun mukabilinde serbest kalmış; Ebu Zerr ve Habbâb kaçmaya muvaffak olmuş ve böylece Medine-i Münevvere’ye gelebilmişlerdir.

Bunlardan Suheyb müşriklerin elinden kurtulup Medine-i Münevvere’ye gelişini kendisi şöyle anlatıyor: Mekke’den Hz. Peygamber (sa)’e hicret etmek istediğimde onlara: “Ben bir ihtiyar adamım. Sizden olmam size bir fayda sağlamıyacağı gibi düşmanlarınızın yanında olmam da size bir zarar vermez. Ben İslâm için bir söz verdim, o sözden dönmeyi kerih görürüm, bırakın Medi­ne’ye gideyim.” dedim. Kureyş: Ey Suheyb, sen bize geldiğinde hiçbir şeyin yoktu. Mal olarak ne kazandınsa burada kazandın. Şimdi bunları alıp gitmene asla izin vermeyiz.” dediler. Ben: “Peki, malımı sizlere verirsem, nefsimi ma­lımla sizden satın alırsam beni gitmekte serbest bırakır mısınız?” dedim, “olur.” dediler de malımı onlara verdim, beni hicret etmemde serbest bıraktılar. Mek­ke’den çıkıp Medine’ye geldim. Benim böyle yaptığım Hz. Peygamber (sa)’e ulaştırılınca: “Suheyb kâr etti, Suheyb kâr etti.” buyurmuş.

Hadise Hammâd ibn Seleme kanalıyla Saîd ibnu’l-Museyyeb’den biraz da­ha farklı rivayet ediliyor: Suheyb Hz. Peygamber (sa)’e hicret etmek üzere Mekke’den çıktığında Kureyş’ten bir grup onu yakalayıp Mekke’ye geri götür­mek üzere peşine düşmüştü. Suheyb takip edildiğini farkedince binitinden inip mevzilendi, sadağından bir ok çıkarıp yayına yerleştirdi ve bekledi. Kureyşliler bir ok atımı mesafeye gelince onlara seslendi: Ey Kureyş topluluğu, biliyorsu­nuz sizin en iyi ok atıcınız benim. Siz bana ulaşmadan sadağımdaki bütün okları üzerinize yağdırırım, sonra kılıcıma el atar ve elimde en küçük parçası kalıncaya kadar sizinle vuruşurum, ancak ondan sonra bana istediğinizi yapabilirsiniz. Ama bunun yerine isterseniz size Mekke’de bıraktığım malların yerlerini söyle­yeyim, onları alın ve karşılığında yolumu açın, bırakın gideyim.” dedi. Onlarda: “Olur.” deyip bu teklifi kabul ettiler… ilh.

Kevâşî tefsirinde bu âyetin Zubeyr ibnu’l-Avvâm ve arkadaşı Mikdad ibnu’l-Esved hakkında nazil olduğu zikrediliyor. Hz. Peygamber müşrikler tara­fından öldürülerek çarmıha gerilen Hubeyb’in cesedinin Medine’ye getirilmesi sadedinde: “Kim Hubeyb’i çarmıha gerili olduğu ağaçtan indirirse ona cennet var.” buyurmuş da Zubeyr: “Ben ve arkadaşım Mikdad bunu yaparız.” demiş Nitekim yukarda İbn Abbâs’tan gelen rivayet içinde de geçmişti.

Zayıf olmakla birlikte İmâmiyye tarafından âyetin Hz. Ali hakkında nazil olduğu da ileri sürülmüştür. Hz. Peygamber (sa), Medine’ye hicret etmek üzere Sevr mağarasına doğru yola çıkarken yatağına Hz. Ali’yi bırakması üzerine bu âyet nazil olmuş.

Ayet, Taberî’nin de belirttiği gibi her ne kadar Hz. Peygamber (sa)’in asha­bından belli kimselerin Hz. Peygamber (sa)’in yanına hicret etmek üzere malla­rından feragat etmeleri üzerine nazil olmuşsa da Allah yolunda hicret ve cihad etmek üzere malından mülkünden vazgeçen herkes hakkında geneldir.


AÇIKLAMA

Bazı insanların söyledikleri sözleri beğenir, üslubu ve açıklaması hoşunuza gider. Fakat gerçekte o bir münafıktır. Hakikati dile getirmemekte içinde gizledi­ğinden başkasını ilan etmekte, yapmadığı şeyleri söylemektedir. Bununla fani dünyadan bazı şeyler elde etmek istemektedir. Allah adına yemin ederek doğru olduğunu söylemesi ise, onunla ilgili yanlış kanaatleri daha bir arttırır ve başkalarını daha çok saptırır. Ve der ki: Allah bunu bilir, benim doğru söylediğime de tanıktır. Gerçekte böyle bir kimse güçlü bir tartışmacı, cedelcidir. İnsanları açıkladıkları şeyler ile aldatır, müslümanlara düşmanlığı da ileri derecededir. İşte bu üç haslet (güzel söz, doğru söylediğine dair Allah’ı şahid tutmak ve tartışma gü­cü) nüzul sebebinde de açıkladığımız gibi, el-Ahnes b. Şerîk’de toplanmıştı.

Aslında bu gibi kişilerin gerçek yüzleri çabucak ortaya çıkar. Bu kimsenin gözden uzak kaldığı vakitlerde, söylediğinin zıddı bir durumda olduğu görülür. Yeryüzünde fesat çıkartmaya çalışır, ekini helak eder, neslin kökünü kazımaya çalışır. Bunu da kötülüğü emreden nefsi arzularını razı etmek, heva ve şehvet­lerine bağlı kalmak, hakir dünyevi maksatlarını üstün tutmak üzere yapar. Şa­nı Yüce Allah ise fesada razı olmaz, fesat çıkartanları da sevmez. O şekil ve sözlere bakmaz, O ancak kalplere ve amellere bakar.

Herhangi bir kimse böylesine öğüt verdiği ve ona: Allah’tan kork! dediği takdirde cahili hamiyet duygusu ile şeytanî bir tekebbür onu, günah ve haram işlemeye iter. Çünkü böyle bir kimse salahtan ve ıslah edicilerden nefret eder. Buna cehennem azabı yeterlidir. Barınacağı yer ve onun döşeği odur. Dünyada kötü ameli, insanları aldatması, durumu ve sözlerindeki aldatıcı sebebiyle onun varacağı bu döşek ne kötüdür! Şanı Yüce Allah bir başka yerde şöyle bu­yurmaktadır: “Eğer biz dilesek onları sana elbette gösteririz. Sen de onları mu­hakkak simalarından tanırsın. Sen onları söyleyişlerinden de bilirsin. Allah amellerinizi bilir.” (Muhammed, 47/30).

İkinci tür insan ise, Allah’ın rızası uğrunda kendisini satan bir gruptur. Bunların Allah yolunda hak ve adaleti gerçekleştirmek için cihad ettikleri, ma­rufu emredip münkerden nehyettikleri, salih amelleri ve hak sözleri araştırıp durdukları görülür. Bunların özü sözü birdir, ihlâslı kimselerdirler. Bunların iki yüzü yahut iki farklı dili yoktur. Dünyayı Rablerinin katında bulunan güzel mükâfata tercih etmezler. Allah insanlara karşı pek şefkatlidir. O bakımdan pek az amele karşılık ebedî ve kalıcı nimetlerle onları mükâfatlandırır, takatle­rinin üstündeki işlerde onları mükellef tutmaz. Geniş rahmet, ihsan ve lütfunu onlara yayar. Şayet bu böyle olmasaydı bu fesatçıların şerri yeryüzünde üstün gelir ve nihayet orada salah namına bir şey kalmazdı: “Eğer Allah insanların bir kısmını diğer bir kısmı ile önleyip defetmeseydi, yeryüzü muhakkak fesada uğrardı.” (Bakara, 2/251).