٢
اَكَانَ لِلنَّاسِ عَجَبًا اَنْ اَوْحَيْنَا اِلى رَجُلٍ مِنْهُمْ اَنْ اَنْذِرِ النَّاسَ وَبَشِّرِ الَّذينَ امَنُوا اَنَّ لَهُمْ قَدَمَ صِدْقٍ عِنْدَ رَبِّهِمْ قَالَ الْكَافِرُونَ اِنَّ هذَا لَسَاحِرٌ مُبينٌ
(2) e kane linnasi aceben en evhayna ila racülim minhüm en enzirin nase ve beşşirillezine amenu enne lehüm kademe sidkin inde rabbihim kalel kafirune inne haza le sahirum mübin
insanların acayibine (gidecek bir şey) mi oldu? onlardan vahyetmemizle insanları uyar ve iman eden kimseleri de müjdele onlar için sıdk-ı kadem olduğunu Rablerinin katında kafirler dediler şüphesiz bu açık bir sihirbazdır
1. | e | : mı |
2. | kâne | : oldu |
3. | li en nâsi | : insanlar için |
4. | aceben | : acayip, garip |
5. | en evhay-nâ | : vahyetmemiz |
6. | ilâ reculin | : bir adama |
7. | min-hum | : onlardan |
8. | en enzirin | : uyarması |
9. | en nâse | : insanları |
10. | ve beşşiri | : ve müjdelemesi |
11. | ellezîne âmenû | : âmenû olan (ölmeden önce Allah’a ulaşmayı dileyen) kimseler |
12. | enne | : muhakkak ki |
13. | lehum | : onlar için |
14. | kademe | : ileri derecede mertebe |
15. | sıdkın | : iyi, güzel, hak, gerçek |
16. | inde rabbi-him | : Rab’lerinin katında |
17. | kâle el kâfirûne | : kâfirler der ki |
18. | inne | : muhakkak ki |
19. | hâzâ | : bu |
20. | le sâhırun | : mutlaka bir büyücüdür |
21. | mubînun | : açıkça, apaçık |
SEBEB-İ NÜZUL
İbn Abbâs der ki: Allah Tealâ, Muhammed (sa)’i elçisi olarak gönderdiği zaman araplar, ya da onlardan kâfir olanlar bunu inkâr ettiler ve: “Allah, elçisinin Muhammed gibi bir beşer olmasından uzak ve yücedir.” ve “Allah, peygamber olarak göndermek üzere Ebu Talib’in yetiminden başkasını bulamadı mı?” dediler ve işte bunun üzerine Allah Tealâ bu” âyet-i kerimeyi indirdi.
Suyûtî, İbn Abbâs’tan gelen bu rivayeti, başka âyetlerin de nüzul sebebi olacak şekilde genişletmiştir. Bu rivayette İbn Abbâs şöyle demiş: Allah Tealâ, Muhammed (sa)’i Elçisi olarak gönderince araplar onu inkâr ettiler, ya da araplardan onu inkâr edenler: “Allah, elçisi bir beşer olmaktan yüce ve münezzehtir.” dediler. Bunun üzerine Allah Tealâ: “İçlerinden bir adama “İnsanları inzâr et ve iman etmiş olanlara Rableri katında yüksek bir makam olduğunu müjdele” diye vahyetmiş olmamız insanların tuhafına mı gitti?…” ve “Senden önce kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başkasını Biz peygamber olarak göndermedik…” (Nahl, 16/43) âyet-i kerimelerini indirdi. Allah Tealâ böylece onlara hüccetlerini tekrar tekrar bildirince bu sefer başka bir bahaneye sarıldılar ve: “Madem ki Allah’ın elçileri beşerden olacak. O halde Muhammed’den başkası bu risalete elbette daha lâyıktır. Bu Kur’ân, bu iki kasabada Muhammed’den daha şerefli, daha büvük bir adama indirilmeli değil miydi?” dediler. Bununla Mekke’den el-Velîd ibnu’l-Muğîra’yı, Tâifden de Mes’ûd ibn Amr es-Sekafî’yi kastediyorlardı. İşte bu sözleri üzerine de “Rablerinin rahmetini onlar mı bölüştürüyorlar?…” (Zuhruf, 43/32) âyetini indirdi
AÇIKLAMA
“Elif, Lam, Râ.” Bu harflerden maksat kişinin bundan sonra gelecek duyduğu veya okuduğu ayetleri anlamaya çalışmasına dikkat etmesi ve özen göstermesi için bir uyarıdır. Harflerin bir bir sayılması da Bakara suresinin başında geçtiği gibi meydan okumak içindir.
Bu ayetler muhkem -her şeyi gayet açık olan- yahut ihtiva ettiği sayısız hikmetlerle dolu Kur’an’ın ayetleridir. Veya bu ayetler Allah’ın eksiksiz, gayet açık olarak indirdiği, kullarına beyan ettiği suresinin ayetleridir.
Nitekim Cenab-ı Hak bir ayet-i kerimede “Elif, Lam, Râ. Bu öyle bir kitaptır ki ayetleri apaçık kesin hükümler ihtiva etmektedir. Sonra da her şeyi en iyi bilen, herşeyden haberdar olan Allah tarafından tafsilatıyla açıklanmıştır.” yani manaları ve lafızları tam yerinde kullanılmıştır.
Doğruya en yakın olan -Kurtubî’nin dediği gibi- burada kastedilen Kur’an’dır. Çünkü “hakîm” Kur’an’ın sıfatlarındandır. “Ayetleri her şeyi bütün açıklığıyla belirtilen kitap” ayeti de buna delâlet etmektedir. “Hakîm” helâli, haramı, hadleri ve hükümleri beyan eden, muhkem -manası ve lafızları açık-bir kitaptır.
“… İçlerinden bir adama vahyetmemiz insanlara tuhaf mı geldi?” Cenab-ı Hak kâfirlerin peygamberlerin beşer cinsinden gönderilmesini tuhaf karşılamalarını kabul etmiyor: Bazı kimselerin durumu ne kadar gariptir ki, sanki “insanlık” vasfı peygamberliğe engelmiş gibi, sanki onlar kendi cinslerinden olmayan (insan olmayan) bir peygamber istiyorlarmış gibi, kendi cinslerinden olan (beşer olan) bir adama vahiy göndermemizi yadırgıyorlar?
Nitekim Cenab-ı Hak başka ayetlerde onların şu sözlerini naklediyor: “Bize bir beşer mi yol gösterecek?” (Tegabün, 64/6);”Allah bir beşeri mi peygamber olarak gönderdi? (İsra, 17/94); “Rabbimiz dileseydi melekleri de indirirdi.” (Fussilet, 41/14).
Hud ve Salih (a.s.) kavimlerine “İçinizden bir adam vasıtasıyla Rabbiniz-den size bir öğüt gelmesini mi tuhaf karşılıyorsunuz?” (A’raf, 7/63) buyrulmuştur.
İbni Abbas diyor ki: Allah Hz. Muhammed (s.a.)’i peygamber olarak gönderdiğinde Araplar bunu inkâr ettiler veya bir kısmı inkâr edip “Allah, Peygamberini beşer olarak göndermekten münezzehtir” dediler. Bunun üzerine Allah “İnsanlara tuhaf mı geldi? ” (Yunus, 2) ayetini indirdi.
Bu tuhaf karşılama yerinde değildi. Çünkü bütün peygamberler beşer idiler. “Eğer Peygamberi melekten yapsaydık, onu insan suretinde kılardık. Onları yine düştükleri şüpheye düşürürdük.” (En’am, 6/9).
Aslında peygamberlerin gönderildikleri toplumun cinsinden olmaları davetlerinin kabulü için, peygamberlerle rahat anlaşabilmeleri için daha uygundur. Ama beşerden birinin peygamber olarak seçilmesine gelince: Allah peygamberliğe en uygun olanı, seçilmeye en lâyık olanı en iyi bilendir.
“Allah meleklerden ve insanlardan elçiler seçer.” (Hac, 22/75); “Allah Peygamberliğini nereye vereceğini en iyi bilendir.” (En’am, 6/124).
İnsanların ölçüleri ise hatalıdır. Meselâ, Hz. Muhammed (s.a.)’in Ebu Talib’in yetimi oluşu gibi. Zira Kureyşliler, “Gariptir, Allah Ebu Talib’in yetiminden başka gönderecek Peygamber bulamadı”, dediler. Yine, “O fakirdir” demeleri gibi. Çünkü onlar Peygamberin zengin ve parmakla gösterilen bir lider olmasını istiyorlardı.
“Müşrikler, “şu Kur’an iki şehirden (Mekke ile Taiften) birinde bulunan bir büyük adama indirilseydi ya!” dediler. (Zuhruf, 43/31) Onlar Mekke’den Velid b. Mugire’yi, Taiften Mes’ud b. Amr es-Sekafîyi bu işe uygun görüyorlardı.
Kendisine vahiy gelen bu peygamberin görevi insanları cehennemden uyarmak ve korkutmaktır. “İnsanları uyar diye” Yani biz ona insanları uyar ve kâfir, isyankâr ve sapık olarak kalırlarsa onları cehennem azabı ile korkut diye
Ona vahyettik. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: “Ataları uyarılmamış bu yüzden de gafil kalmış bir kavmi uyarman için…” (Yasin, 36/6).
Salih ameller işleyen müminleri Rableri nezdindeki yüce derecelerle, ilk dereceler lütuflar Allah katında Naim cennetinde yüksek mertebeler ve yaptıklarına karşılık güzel bir ecir ve mükâfatla müjdele. Salih ameller, namazları, oruçları söz ve fiillerindeki sadakatleri ve teşbihleridir.
“Uyarma” ve “müjdeleme” Peygamberimiz (s.a.)’in en hususi sıfatlarındandır. Pek çok ayet-i kerimede Peygamberimiz (s.a.)’in bu sıfatları belirtilmiştir.
“Allah nezdinden gelecek şiddetli bir azapla (inkarcıları) uyarmak ve salih amel işleyen müminleri güzel bir mükâfatla müjdelemek için…” (Kehf, 18/2).
“Ey Peygamber! Biz seni bir şahit, bir müjdeleyici ve uyarıcı bir peygamber olarak gönderdik.” (Ahzap, 33/45).
Onlara kendi cinslerinden bir adamı müjdeleyici ve uyarıcı bir peygamber olarak gönderdiğimiz halde “Kâfirler dediler ki: Bu apaçık bir sihirbazdır” İnkarcılar ve onun peygamberliğini yalanlayanlar “Muhammed apaçık bir sihirbazdır” dediler.
“Bu apaçık bir sihirdir” şeklindeki kıraate göre bunun manası, “Bu Kur’an apaçık bir sihirdir” anlamındadır.
Hangi şekilde olursa olsun onlar Kur’an-ı Kerim’i ve onun kendisine indirildiği tebliğcisini sihir yapmak ve sihirbaz olmakla vasıflandırdılar. Onlar bu hususta yalancıdırlar. Onun kalplerdeki kuvvetli tesirini görünce onu sihirle vasıflandırdılar. Dikkatleri çeken, gönüllerde tesir bırakan, sebebi bilinmeyen, harikulade her garip davranışa onlar “sihir” adını veriyorlardı.
Daha sonra Arap dahileri ve düşünürleri Kur’an’ın sihir olmadığını iyice anladılar. Çünkü onlar sihri tecrübe edip öğrenmişlerdi. Kur’an’ı sihirle bağdaştıramadılar. Çünkü sihirbazlık hile ve göz boyamaya veya bazı eşyanın tabii özelliklerine, yahut yıldızlar ilmine, veyahut psikolojik bazı araştırmalara dayanan bir ilim idi. Kur’an tecrübe, duygu, gözlem ve mukayese ile değerlendirildiğinde bütün bu şeylerle kesinlikle ilgili değildi. Bunlardan tamamen ayrı, bunların üstünde bir kitaptı.
Çünkü Kur’an, hukuk, kaza (yargı), siyaset, sosyoloji, fen ilimleri, ahlak ve edebiyat sahalarında yüksek ve üstün hükümleri ihtiva eden, üslubu, nazmı ve manalarıyla mucize olan, beşerin taklit etmesi veya onun benzeri bir ifade getirmesi imkânsız olan Allah tarafından peygamberinin kalbine vahyedilen bir kitaptır.
“Şüphesiz ki Kur’an kendilerine gelince onu inkâr edenler (bize gizli kalmazlar). Şüphesiz o aziz (değerli, erişilmez) bir kitaptır. O’na batıl ne önünden ne de arkasından girebilir. O hikmet sahibi ve hamde lâyık olan tarafından indirilmiştir.” (Fussilet, 41/42).
“Allah sözlerin en güzelini ayetleri birbiriyle ahenkli, karşılıklı hükümleri zikreden bir kitap olarak indirmiştir. O Kur’an’dan Rablerinden korkanların derileri ürperir. Sonra da derileri de kalpleri de Allah’ın zikrine karşı yumuşar. İşte bu (Kur’an) Allah’ın hidayet rehberidir. (Allah) onunla dilediğini hidayete erdirir. Allah kimi de doğru yoldan saptırırsa onu doğru yola getirecek kimse yoktur.” (Zümer, 39/23).