48

    Nüzul SırasıCüzSayfaSure
    50 15285İsra(17)

٤٨

اُنْظُرْ كَيْفَ ضَرَبُوا لَكَ الْاَمْثَالَ فَضَلُّوا فَلَا يَسْتَطيعُونَ سَبيلًا

(48) ünzur keyfe darabu lekel emsale fe dallu fela yestetiune sebila
bak senin hakkında nasıl misaller getirdiler? sonra saptılar artık yol (bulmaya da) güçleri yetmez

1. unzur : bak
2. keyfe : nasıl
3. darabû : (misal) getirdiler, vurguladılar
4. leke : sana, senin için
5. el emsâle : örnekler, misaller, benzetmeler
6. fe : böylece
7. dallû : dalâlette kaldılar
8. fe lâ yestetîûne : artık güç yetiremezler, güçleri yetmez
9. sebîlen : bir yol


SEBEB-İ NÜZUL

I. Daha önce “Gerçekten Biz biliyoruz ki söylemekte oldukları seni üzüyor. Ama gerçekte onlar seni yalanlamıyorlar. Fakat o zalimler Allah’ın âyetlerini inkâr ediyorlar.” (En’âm Sûresi’nin 33. âyeti)’nin nüzul sebebinde de zikredildiği üzere Muhammed ibn Müslim ibn Şihâb ez-Zuhrî’den rivayetle Muhammed ibn İshak şöyle anlatıyor: Bir gece Ebu Cehl, Ebu Süfyan Sahr ibn Harb ve el-Ahnes ibn Şerîk (Şurayk) birbirlerinin varlığından habersiz olarak Hz. Peygamber (sa)’in Kur’ân okumasını dinlemeye gelmişlerdi. Hz. Peygamber (sa) geceleri evinde namaz kılardı. Her biri gelerek ayrı bir yere oturmuş, o gece sabaha kadar Efendimiz (sa)’in Kur’ân okumasını dinlemiş, şafak sökünce de dağılmışlar, ancak yolda birbirlerini görmüşlerdi. Her biri diğerine “Neden geldin?” diye sormuş ve yine her biri niçin geldiğini söylemiş; geldikleri kureyşli gençler tarafından duyulur da onların Kur’ân dinlemeye gelmiş olmaları gençleri fitneye düşürür korkusuyla bir daha asla gelmiyeceklerine dair bir birlerine söz vermişler. Fakat o gün gece olunca nasıl olsa verdiği sözde durup diğer iki arkadaşı gelmez zannıyla her bireri tekrar Hz. Peygamber (sa)’in Kur’ân okumasını dinlemeye gelmiş. Sabah yaklaşıp da Kur’ân dinledikleri yerden ayrılırken yolda yine karşılaşıp birbirlerini kınamış ve artık bir daha gelmiyeceklerine dair birbirlerine söz vermişler. Ama üçüncü gece olunca tekrar dayanamamış üçü birden ayrı ayrı Hz. Peygamber (sa)’in Kur’ân okumasını dinlemeye gelmişler; sabah olunca karşılaştıklarında yine birbirlerine bir daha oraya dönmeyeceklerine dair söz vermişler.

Sabah olunca Ahnes ibn Şerîk asasını almış ve Ebu Süfyan’in evine gelmiş, ona: “Ey Ebu Hanzala, Muhammed’den duyduğun hakkında fikrini bana söyle.” demiş. Ebu Süfyan: “Ey Ebu Sa’lebe, Allah’a yemin olsun ben ondan bildiğim ve kendisiyle ne kastedildiğini de anladığım şeyler de işittim, ne manâsını ne de ne kastedildiğini anlamadığım şeyler de işittim.” demiş. Ahnes de: “Ben de senin yemin ettiğine yemin ederim ki aynı durumdayım.” demiş.

Sonra Ahnes, Ebu Süfyan’ın yanından çıkıp bu sefer Ebu Cehl’in evine gelmiş, yanına girmiş ve ona: “Ey Ebu’l-Hakem, Muhammed’den işittiklerin hakkında fikrin nedir?” diye sormuş. Ebu Cehl: “Ne mi işittim?” deyip şöyle devam etmiş: “Biz ve Abdimenâf oğulları şerefte yarıştık; yedirdiler, yedirdik, taşıdılar taşıdık, verdiler verdik. Ama tam dizleri üzeri çökmüş yarış atları gibi başabaş gelmiştik ki “Bizden kendisine gökten vahy gelen bir peygamber var.” deyiverdiler. Biz bunda onlara ne zaman ve nasıl yetişeceğiz? Allah’a yemin ederim ki asla ona iman etmiyeceğiz ve asla onu tasdik etmiyeceğiz.” Bunu duyan Ahnes kalkıp ondan ayrılmış.

İbn Kesîr’in, bu âyet-i kerimelerin tefsirinde İbn İshak’tan rivayetle anlattığı bu kıssada bu âyet-i kerimelerin nüzul sebebi olduğu tasrih edilmemekle birlikte, bu hadise üzerine nazil oldukları açıkça anlaşılmaktadır.

2. Bunun yanında “Bak, sana nasıl misaller veriyorlar?…” âyet-i kerimesinin, Mücâhid’den rivayete göre el-Velîd ibnu’l-Muğîra ve arkadaşları hakkında nazil olduğu da söylenir.

3. “Biz, onların seni dinledikleri zaman neye kulak verdiklerini çok iyi biliriz …” âyet-i kerimesinin nüzul sebebinde Alûsî biraz daha farklı bir hadise anlatır. Şöyle ki: Rasûlullah (sa) (Mescid-i Harâm’da namaza kalktığında) sağına Abdüddâr oğullarından iki kişi, soluna da yine onlardan iki kişi kalkar ve el çırparak, ıslık çalarak, şiirler okuyarak onun okumasını karıştırmak isterlerdi, işte âyet-i kerime bunun üzerine nazil olmuştur.

4. Kurtubî de ravisini zikretmeden bu âyet-i kerimenin nüzul sebebinde şöyle bir olay nakleder: Utbe’nin, bir yemek yaparak Kureyş ileri gelenlerini davet ettiği sırada nazil olmuştur. Hz. Peygamber (sa) de onların yanına girmiş; onlara Kur’ân okumuş ve onları Allah’a çağırmıştı. Kendi aralarında gizli gizli konuştular; “Bu adam büyücü, bu adam deli.” diyorlardı.

Başka bir rivayete göre ise Hz. Peygamber (sa), Hz. Ali’ye yemek yaparak Kureyş müşriklerinin ileri gelenlerini davet etmesini emretmiş. O da Hz. Peygamber (sa)’in emrini yerine getirmiş. İşte o zaman Allah’ın Rasûlü (sa) yanlarına girmiş, onlara Kur’ân okumuş ve onları Allah’ı birlemeye davet edip: “Yegâne ilâh Allah’tır deyiniz ki araplar size itaat etsin, arap olmıyanlar da size boyun eğsin.” buyurmuşlar. Onlar Hz. Peygamber (sa)’i dinlerken kendi aralarında: “Bu adam büyücü, bu adam büyülenmiş.” diye fısıldaşıyorlarmış.

İbn Abbâs’tan gelen bir rivayette de şöyle denilmekte: Ebu Süfyân, en-Nadr ibnu’l-Hâris, Ebu Cehl ve başkaları Hz. Peygamber (sa)’le oturur ve onun konuşmalarını dinlerlerdi. Bir gün Nadr: “Muhammed ne diyor anlamıyorum, o sadece dudaklarını oynatıyor.” dedi. Ebu Süfyân: “Ben onun söylediklerinin bir kısmını doğru buluyorum.” dedi. Ebu Cehl: “O delidir.”; Ebu Leheb: “O kâhindir.”; Huvaytıb ibn Abdu’l-Uzzâ da: “O bir kâhindir.” dedi de bu âyet-i kerime nazil oldu.

AÇIKLAMA
Rasulullah (s.a.) da Kur’ân-ı Kerim okumayı istediği vakit bu okuyuşundan önce şu üç ayet-i kerimeyi okurdu: Kehf sûresi 57. ayet olan: “Gerçekten biz onların kalpleri üzerine onu iyice anlamalarına engel perdeler, kulaklarına da ağırlık verdik.”;

Nahl suresinin 108. ayeti olan: “Onlar Allah’ın kalplerini… mühürlediği kimselerdir.” ile Câsiye süresindeki: “Kendi hevasını ilâh edinmiş… kimseden haber ver.” ayetini de sonuna kadar okurdu. Bunun üzerine Yüce Allah bu ayet-i kerimelerin bereketiyle onu müşriklerin gözlerine karşı perdelerdi.

Ya Muhammed! Öldükten sonra dirilmeyi de sevabı da, ikabı da tasdik etmeyen şu müşriklere Kur’ân-ı Kerim’i okuduğun vakit, biz seninle onlar arasında görülmeyen bir perde koyarız. Yani onların kalplerinin Kur’ân-ı Kerim’in manalarını anlamalarına, ayetleri üzerinde düşünmelerine engel teşkil edecek bir mania, bir engel koyarız. Onların kalplerine Kur’ân-ı Kerim’in manalarını idrak etmelerine, hükümlerini bilmelerine, pek çok sır ve amaçlarını kavramalarına imkân vermeyecek şekilde örtülerle örteriz. Kulaklarında da onun sesini işitmelerini engelleyen bir ağırlık koyarız. Yüce Allah’ın “Onu anlarlar diye” ifadesinin anlamı “Kurân-ı Kerim’i anlayamasınlar diye” şeklindedir. Ağırlık (vakr) ise Kur’ân-ı Kerim’den, faydalanıp hidayet bulacak şekilde dinlemeye mani olan ağırlık demektir. Bu ayetin bir benzeri de Yüce Allah’ın şu buyruğudur: “Dediler ki: Bizi davet edegeldiğin şeye karşı kalplerimiz örtüler içindedir, kulaklarımızda bir ağırlık vardır, bizimle senin aranda da bir perde bulunmaktadır.” (Fussilet, 41/5).

“Gizli perde”den kasıt, örten, gizleyen demektir. Bu onların basiretlerini, eşyanın hakikatlerini, gerçek yüzlerini görmelerine engel olan bir örtüdür. Kalpleri üzerine perde germenin anlamı ise kalplerin örtüler içerisinde bırakılmasıdır. Dolayısıyla gizli ve açık, yukarıdan ve aşağıdan onların Kur’ân’ı kavramalarını önleyen engeller ve örtüler var demektir. Ayrıca Yüce Allah kulakları da Kur’ân-ı Kerim’i anlayacak, kavrayacak ve üzerinde düşünecek şekilde işitmelerini engeleyecek türden sağırlaştırmış, tıkamıştır. Onlar aklı başında işiten ve anlayan kimseler idiler. Ayet-i kerimeden kasıt ise, iman etmelerini engellemek, yani Kur’ân-ı Kerim’i sırlarını kavramalarına, incelik ve gerçeklerini anlamalarına imkân vermeyecek şekilde işitmelerine engel olmaktadır. Buna sebep ise şirkin nefislerinin derinliklerine kök salmış olması, dinin gerçekleri hakkında fikirlerini, düşüncelerini kullanmayışlarıdır.

“Kur’ânda Rabbini tek olarak zikrettiğin zaman da onlar nefret ederek arkalarını döner giderler.” Yani sen Yüce Allah’ı Kur’ân-ı Kerim’i okurken tevhid edecek olursan ve lâ ilahe illallah (Allah’tan başka ilah yoktur.) deyip Lat ve Uzza’yı söz konusu etmezsen, onlar da Allah’ın tek başına anılmasına karşı büyüklük taslayarak alabildiğine nefretle arkalarını dönüp kaçarlar. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: “Allah bir olarak andırsa ahirete inanmayanların kalpleri ürker.” (Zümer, 39/45) Bunun sebebi ise onların müşrik olmalarıdır. Bu sebeple onlar, tevhidi işitir işitmez hemen kaçar giderler.

“Biz seni dinledikleri zaman… çok iyi biliriz.” Ey Muhammed, onların seni alaya alarak, yalanlayarak dinlemelerini en iyi biz biliriz. Kureyş kâfirlerinin ileri gelenlerinin, kendi aralarında gizlice neler konuştuklarını ve senin okumanı dinlemek üzere gelip gizlice kendi aralarında seni büyülenmiş deli, kâhin biri olarak nitelendirdiklerini çok iyi biliriz. Bundan dolayı Yüce Allah da sonra: “Bak, sana nasıl misaller veriyorlar da dalâlete düşüyorlar…” diye buyurmaktadır. Yani ya Muhammed, onların sana nasıl misaller verdiklerini, seni neye benzettiklerini iyice düşün. O büyülenmiştir, o delidir, şairdir dediler ve doğru yoldan sapıp uzaklaştılar. Dalâletleri dolayısıyla hakkı bulamadılar. Bu onlar için bir tehdit, Allah rasulü için de bir tesellidir.