112

    Nüzul SırasıCüzSayfaSure
    113 11204Tevbe(9)

١١٢

اَلتَّاءِبُونَ الْعَابِدُونَ الْحَامِدُونَ السَّاءِحُونَ الرَّاكِعُونَ السَّاجِدُونَ الْامِرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَالنَّاهُونَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَالْحَافِظُونَ لِحُدُودِ اللّهِ وَبَشِّرِ الْمُؤْمِنينَ

(112) ettaibunel abidunel hamidunes saihuner rakiunes sacidunel amirune bil ma’rufi ven nahune anil münkeri vel hafizune li hududillah ve beşşiril mü’minin

tövbe edenler ibadet edenler hamd edenler (tebliğ için) gezenler ruku edenler secde edenler iyiliği emir edenler ve kötülükten men edenler Allah’ın hudutlarını muhafaza edenler ve sen o mü’minleri müjdele

1. et tâibûne : tövbe edenler
2. el âbidûne : Allah’a kul olanlar
3. el hâmidûne : hamdedenler
4. es sâihûne : oruç tutanlar, Allah yolunda seyahat edenler, 1- savaşmak için 2- Allah’ın ismini duyurmak için 3- yeryüzünü ibretle gezip tefekkür etmek için
5. er râkiûne : rükû edenler
6. es sâcidûne : secde edenler
7. el âmirûne : emredenler
8. bi el ma’rûfi : iyilik, irfan ile
9. ve en nâhûne : ve nehyedenler, yasaklayanlar
10. an el munkeri : münkerden, kötülükten
11. ve el hâfizûne : ve muhafaza edenler, koruyanlar
12. li hudûdi allâhi : Allah’ın hudutlarını
13. ve beşşiri el mu’minîne : ve mü’minleri müjdele


SEBEB-İ NÜZUL

İbn Abbâs der ki: Bundan bir önceki âyet-i kerime nazil olunca bir adam: “Ey Allah’ın elçisi, hırsızlık yapsa, zina etse ve içki içse de mi?” diye sordu da bu âyet-i kerime nazil oldu


AÇIKLAMA

Bu ayet cihada teşvik amacıyla verilen bir misaldir. Bununla Cenab-ı Hak müminlerin canlarını ve mallarını feda etmelerinden dolayı kereminden, lütfundan ve ihsanından dolayı onların cennetle mükâfatlandırmasını “satın al­ma” diye ifade etmiştir. Çünkü Allah kendisine itaat eden kullarına lütufta bu­lunarak sahibi olduğu şeylerin kendisine bedel olarak verilmesini kabul etmiş­tir. Hasan-ı Basrî ve Katade der ki: Vallahi Allah onlarla alışveriş etmiş malın fiatını da yüksek tutmuştur.

Ayetin manası şudur: Şüphesiz Allah müminlerin canlarını ve mallarını “cenneti verme” gibi bir karşılıkla satın aldı. Yani Allah kendi yolunda canları­nı ve mallarını feda etmelerine karşılık onlara cenneti mükâfat olarak vermesi­ni bir ticaret malına benzetti.

Sonra niçin bu alışverişin yapıldığını, canlarını ve mallarını cennet karşı­lığında nasıl satacaklarını şöyle açıkladı: Onlar Allah yolunda çarpışırlar, düş­manları öldürürler, Allah yolunda şehit olurlar. İster öldürüp öldürülsünler, is­terse ikisi birden meydana gelsin, onlara cennet vacip olmuştur.

Bundan sonra Cenab-ı Hak bu vaadi ve haberini şu ayetle tekit etti: “Bu, Allah’ın gerçek vaadidir.” Yani onlara verdiği bu vaatle kendine bunu vacip kıl­dı. Bu vaadi Hz. Musa’ya indirilen Tevrat, Hz. İsa’ya indirilen İncil ve Hz. Muhammed (s.a.)’e indirilen Kur’an’da kesin olarak bildirdiği sabit bir hak kıldı. Tevrat ve İncil’in zayi olması veya tahrife uğraması bunun meydana geldiğini ortadan kaldırmaz. Allah bu kitapları tasdik eden ve bu kitapları nesheden Kur’an’da bu durumu ispat etmiştir.

“Allah’tan daha çok ahdini yerine getiren kim olabilir?” Yani ahdine daha çok bağlı, vaadini infaz etmekte Allah’tan daha çok ahdini yerine getiren hiç kimse yoktur. Çünkü o vaadinden dönmez. Yine Cenab-ı Hak buyuruyor: “Al­lah’tan daha doğru sözlü kim olabilir?” (Nisa, 4/ 87, 122).

Bu söz, vaadi yerine getirme hususunda kesin bir ifade, ve bu vaadin ger­çek olduğunu bir defa daha tespittir.

Sözde durma bu şekilde kesinleşince, canlarınızı ve mallarınızı feda etme­niz üzerine Allah’ın bir sevabı, lütuf ve ihsanı olarak kazandığınız cennet sebe­biyle son derece mutlu olup sevinin. Bu kazanç büyük bir kazanç, ebedî bir ni­mettir. Bundan daha büyük bir kazanç yoktur.”

Burada zikredilen Allah yolunda canlarını ve mallarını feda eden mümin­ler gerçekten inkarcı olmaktan tevbe eden Allah’ın rızasını aykırı şeyleri terk etmek suretiyle Allah’a dönen müminlerdir.

Tevbe masiyetin çeşidine göre farklılık arz eder. Küfür yolundan tevbe et­mek ondan dönmekle, münafığın tevbesi nifakı terk etmekle olur. İsyankâr kimsenin tevbesi işlediği günaha pişmanlık duymakla ve onu gelecekte bir da­ha işlememeye kesin kararlı olmakla gerçek tevbe olur. Herhangi bir hususta ihmalkâr davranan kişinin tevbesi bu kusurunu telâfi etmekle, Rabbinden ga­fil olan kişinin tevbesi Allah’ı çokça zikredip O’na şükretmek suretiyle olur.

O müminler Allah’a O’nun dininde ihlâslı olarak “ibadet eden,” bollukta ve darlıkta Ondan gelene ve O’nun nimetlerine “şükreden kimselerdir.” Hz. Aişe (r.a.) diyor ki: Peygamberimiz (s.a.)’e sevindirici bir haber geldiği zaman “Al­lah’a hamdolsun ki O’nun verdiği nimetlerle salih ameller tamamlanıyor” der­di. Efendimiz (s.a.)’in hoşuna gitmediği bir haber gelince de “Allah’a her du­rumda hamdolsun” derdi.

O müminler cihad etmek, ilim tahsili veya helâl rızık talebiyle yeryüzünde “seyahata çıkan” kimselerdir. Bit rivayette buna oruç tutanlar manası verilmiştir. Hakimin Ebu Hureyre’den rivayet ettiği hadis-i şerifte, “Saihun, oruç tu­tanlardır” buyurulmuştur. Çünkü oruç şehvetlere ve lezzetlere engel olmakta­dır. Seyahatta da genellikle böyledir. Oruç ayrıca Mülk ve Melekût alemin giz­liliklerini öğrenmeye vesile olan, nefsi terbiye eden bir ibadettir.

O müminler “rükû ve secde eden” farz namazları kılan kimselerdi. Burada rükû ve secdenin şerefli (yani diğer rükünlere göre daha anlamlı) olması, Al­lah’a boyun eğme, O’nun huzurunda eğilme manası taşıması sebebiyledir. O yüzden burada namazın sadece bu iki önemli rüknü zikredilmiştir.

Onlar “iyiliği emreden” iman ve taate davet edenler, “ve kötülüğü” yani şirk ve diğer masiyetleri “yasaklayan kimselerdir.” Buradaki “ve” edatı “iyiliği emretme ve kötülüğü yasaklama”nın tek bir özellik olduğunu ifade eden bir atıf edatıdır. Sanki “bu iki vasfı bir arada toplayan kimseler” denilmiş oluyor.

Onlar “Allah’ın koyduğu sınırları koruyanlar” yani Allah’ın farzlarına, şe­riatına, hükümlerine riayet eden kimselerdir. Bu ifade bütün faziletli amelleri içine almaktadır; bundan önceki hususlar bunun tafsilatı şeklindedir. Bütün bu vasıfları taşıyanlar Allah’ın koyduğu sınırları koruyan kimselerdir.

Bu kişilerin mükâfatları ise şu şekilde ifade edilmektedir: Ey Rasulüm! Bu faziletli sıfatları taşıyan müminleri dünya ve ahiretin hayırlarıyla müjdele. Ayette müjdelenen şeyin zikredilmemiş olması bunun büyüklüğüne işarettir. Sanki şöyle demektedir. Onları kelimelerin ifade edemiyeceği, akılların alama­yacağı nimetlerle müjdele