35

٣٥

وَزُخْرُفًا وَاِنْ كُلُّ ذلِكَ لَمَّا مَتَاعُ الْحَيوةِ الدُّنْيَا وَالْاخِرَةُ عِنْدَ رَبِّكَ لِلْمُتَّقينَ

(35) ve zuhrufa ve in küllü zalike lemma metaul hayatid dünya vel ahiratü inde rabbike lil müttekiyn
Yaldızlardan (işlerdik) ve bunlar dünya hayatının geçici menfaatinden başka bir şey değildir oysa ahiret, Rabbin katında muttakiler içindir

1. ve zuhrufen : ve süsler, mücevherler
2. ve in : ve eğer, sadece
3. kullu : bütün, hepsi
4. zâlike : bu, bunlar
5. lemmâ : yalnız, sadece
6. metâu : meta
7. el hayâti ed dunyâ : dünya hayatı
8. ve el âhiretu : ve ahiret
9. inde : katında
10. rabbi-ke : senin Rabbin
11. li el muttekîne : muttekiler, takva sahiplerinin (için)

وَزُخْرُفًا ve çekici süslerوَإِنْ كُلُّ bütünذَلِكَbunlarلَمَّا yalnızcaمَتَاعُ metaıdırالْحَيَاةِ hayatınınالدُّنْيَا dünyaوَالْآخِرَةُ ahiret iseعِنْدَ katındaرَبِّكَ Rabbininلِلْمُتَّقِينَ muttakiler içindir


AÇIKLAMA

Allah Tealâ, haniflerin imamı, peygamberlerin atası ve Arapların en şerefli babası olan İbrahim Halilullah’ın (a.s.) deliller ortaya koyarak ata­larının sapık dininden uzaklaştığını ve şöyle dediğini haber veriyor: “Bir zaman İbrahim, babasına ve kavmine demişti ki: Ben sizin taptıklarınız­dan uzağım. Ben yalnız beni yaratana taparım. Çünkü O beni doğru yola iletecektir.” Yani Ey Rasul! Putlara tapınmakta atalarını taklide dayanan kavmin Kureyş’e; İbrahim (a.s.)’in babası Azer’in ve kavminin taptığı put­lardan uzaklaştığını, ancak kendisinin ve tüm insanların yaratıcısı olan ve kendisini geçmişte doğruya yönelttiği gibi gelecekte de dinine yöneltecek ve hak üzere sabit kılacağını söylediği yaratıcıya kulluk ettiği zamanı ha­tırlat!

“Ben yalnız beni yaratana kulluk ederim…” Sözü, ya istisna-ı muttasıldır, (çünkü onlar kendi ilanlarıyla birlikte Allah’a da kulluk etmişlerdir.) ya da istisna-i munkatidir. O takdirde mana şöyledir: Ancak beni yaratan beni doğru yola ulaştırır. Hz. İbrahim (a.s.) bu sözü Allah’a güvenerek ve hidayetin de Rabbinden olduğu hususunda kavmini uyarmak için söyle­miştir.

“Bu sözü, ardından geleceklere devamlı kalacak bir miras olarak bı­raktı ki, insanlar (onun dinine) dönsünler.” Yani ibrahim (a.s.), ortağı ol­mayan bir Allah’a kulluk ve Ondan başka tapınılan putları reddetme anla­mına gelen kelime-i tevhidi, zürriyetinde devam edecek bir kelime söz yap­tı. Onun zürriyetinden Allah’ın hidayetini dilediği kimseler, bu kelime-i tevhit konusunda Hz. İbrahim (a.s.)’e uyacaktır. Bu sebeple onlar arasında -Allah’a hamd olsun- daima tevhit ehli bulunacaktır. Yüce Allah bu sözü, Mekke halkından ve benzerlerinden müşrik olanların bu şirklerinden vaz­geçip, tevhide dönmeleri için söylemiştir. Çünkü onlar, Hz. İbrahim (a.s.)’i hatırladıklarında Hanif dininde ona tabi olacaklar ve gerçekte atalarını taklit etme iddiasında bulunuyorlarsa onun atalığının etkisi altında kala­caklardır. Müfessir Katade şöyle demiştir: “Hz. İbrahim (a.s.)’in zürriyetin­den kıyamet gününe kadar Allah’a kulluk edecek olanlar bulunmaya de­vam edecektir.”

Sonra Allah Tealâ, hak ve peygamber karşısında Mekke halkının tav­rını, ayrıca nimete, uzun ömre, hakimiyet ve nüfuzun devam etmesine al­danmalarından dolayı onları kınayarak şöyle buyurmuştur. “Doğrusu bun­ları da, atalarını da kendilerine hak ve onu açıklayan bir peygamber gelin­ceye kadar geçindirdim.” Yani, Hz. İbrahim (a.s.)’in zürriyetinden olan bu Mekke halkı müşriklerini ve babalarını, uzun ömür, bol rızık vererek dün­ya nimetlerinden faydalandırdım, inkârlarına rağmen onlara nimetlerde ve ihsanda bulundum. Fakat onlar bu süre vermeye aldandılar, şehvetlere ve şeytana itaate daldılar ve dünya nimetleri içerisinde yüzerken kelime-i tevhid’den uzaklaştılar. Şimdi onlara, Allah’ın hak olarak indirdiği Kur’an-ı Kerim ve tevhit prensibini açık delillerle ortaya koyan, Allah’ın kesin hükümlerini açıklayan peygamber Muhammed (s.a.) geldi.

Allah Tealâ onları, Muhammed (s.a.)’in risaletinden yüzçevirmeleri se­bebiyle daha da kınamış, şöyle buyurmuştur: “Fakat kendilerine hak gelin­ce: Bu bir büyüdür, biz onu tanımıyoruz, dediler.” Yani Kuran ve doğrulu­ğuna delil olarak mucizelerle teyit edilmiş Rasul onlara gelince, onlar pey­gamberin kendilerine getirdiği Kur’an’ı Allah’ın katından bir vahiy değil, sihir ve batıl söz olarak nitelediler, gururlanarak, inat, haset ve zulümle biz peygamberle gönderilenleri inkâr ediyoruz, dediler. Şirk ve sapıklıkları­na bir de hakkı yalanlayıp, terketmeyi, onunla alayı açıkça peygamberin risaletini ve nübüvvetini inkâr etmeyi eklediler.

Daha sonra da Allah Tealâ bu surede zikredilen dördüncü çeşit küfürlerini zikrederek şöyle buyurmuştur: “Ve dediler ki: Bu Kur’an iki şehir­den bir büyük adama indirilse olmaz mıydı?” Kureyş kâfirleri ve benzerleri dediler ki: Bu Kur’an Mekke ve Taif ten iki büyük adamdan birine indirilseydi olmaz mıydı? Bu iki adam: Velid b. Muğire ile, Mesud b. Urve es-Sakafi’dir. Her ikisi de mal ve makamca büyük ve kavimleri arasında hatırı sayılır kişilerdi. Müşriklerin itiraz etmelerinin nedeni, Kuranın Hz. Muhammed’e indirilmesinden dolayıdır.

Allah da bu şüpheyi üç noktadan çürütmüştür.

Birincisi: “Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar?” “Dünya hayatından onların maişetlerini bile aralarında biz paylaştırdık. Birbirle­rine iş gördürmeleri için, kimini ötekine derecelerle üstün kıldık.” Yani şüp­hesiz ki, bu müşrikler, hadlerini aşmışlar, Allah’a ait olan bir meseleye ka­rışmışlardır. Halbuki bu mesele onlara bırakılmış değil, bilakis Allah’a ait­tir. Allah ise, peygamberliği nereye, kime vereceğini bilir. Allah peygamberliği ancak kalben ve ruhen en pak insana, aslı itibariyle en şerefli ve en temiz kişiye verir. Halbuki kullar arasında rızıkları ve maddi, manevi ma­kamları paylaştıran biziz. İnsanların bir kısmını diğerine kuvvet ve zayıf­lık, ilim ve cehalet, şöhret ve unutulmuşluk, zenginlik ve fakirlik noktasın da üstün kılan yine biziz. Eğer bu konularda onları birbirine eşit yapacak değildik, onlar aralarında birbirleriyle yardımlaşmazlar bir kısmı diğerini istih­dam imkânı bulamazdı. Çünkü insanlar birbirlerinin geçimine vesile ol­maktadır. Aksi takdirde dünyanın nizamı bozulurdu. Ücretle çalışıp birine hizmet etmekte her hangi bir zillet ve hakaret söz konusu değildir. Ayrıca işçinin hakları İslâm’da korunmuştur. İşverenin de, başkalarını aldatmayı, onlara zulüm, eza ve kötü davranmasını ortadan kaldıracak birtakım ahlâ­kî ve maddî yükümlülükleri vardır. İnsanlar dünyanın nizamını değiştir­mekten aciz kalınca, nasıl oluyor da, bizim peygamberliği ve risaleti bazı kullarımıza tahsis etme hükmümüze itiraz ediyorlar? Yani, rızkı veren on­lar olmadığına göre, nübüvvet (peygamberlik) nasıl onlardan olur?

İkincisi: “Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha ha­yırlıdır. ” Yani Allah’ın ahiret yurdunda salih kulları için hazırladığı nimet­ler onların topladıkları mallardan ve dünyanın diğer nimetlerinden daha hayırlıdır. Allah Tealâ, kullarından bir kısmını dinde birtakım lütuf ve rah­metine has kılarsa, işte bu rahmet tüm dünya mallarından daha hayırlıdır. Çünkü dünya nimeti bir gün yok olacak, halbuki Allah’ın rahmeti ve ihsanı devam edecektir.

Sonra Allah Tealâ dünyanın temelde değersizliğini açıkça belirtti ve şöyle buyurdu:

Üçüncüsü: “Şayet insanlar (küfürde birleşmiş) bir tek ümmet haline gelmeyecek olsaydı Rahman’ı inkâr edenlerin evlerinin tavanlarını ve çıka­cakları merdivenleri evlerinin kapılarını ve üzerine yaslanacakları koltuk­ları hep gümüşten yapardık.” Yani dünya ve zinetlerine meylederek bütün insanların küfre meyletme durumu olmasaydı, dünyanın yanımızda hiçbir değeri olmadığı için biz kâfirlere sonsuz servetler verirdik.

“Bütün bunlar sadece dünya hayatının geçici metaıdır. Ahiret ise, Rabbinin katında, Allah’ın azabından sakınıp, rahmetine sığınanlara mahsus­tur.” Yani bütün bunlar, dünyada ancak bir süre faydalanılacak şeylerden ibarettir. Çünkü bunlar kısa zamanda yok olup gidecektir. Ahiret ise, için­de bulunan nimet ve cennetleriyle ancak şirkten ve isyanlardan kendisini koruyan, Allah’ın birliğine inanan ve Ona itaat ederek hayatını sürdüren kimselere aittir. Ahiret yok olmayacak, devam edecektir. Nimeti de sürekli olacaktır. İşte bu özellikleriyle ahiret yalnız yukarıda özellikleri geçen mü­minlere has olacaktır.

Tirmizi, İbni Mace, Begavi, Taberani’nin Sehl b Sa’d (r.a.)’dan onun da Peygamber (s.a.)’imizden rivayetine göre Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyur­muştur: “Eğer dünyanın Allah katında bir sivrisineğin kanadı kadar değeri olsaydı (Allah) bu dünyadan kâfire bir yudum su içirmezdi.”

Taberani’nin rivayetinde ise şöyledir: “Peygamberimiz (s.a.) hanımlarıyla bir araya gelmemek üzere yemin edince, ona Ömer b. Hattab (r.a.) gel­di ve Peygamberimizi (s.a.), yan tarafına iz yapmış bir hasır üzerinde bul­du, bu sebeple derhal gözleri doldu ağladı. Ve ey Allah’ın Rasulü! İşte İran Kisrası ve Rum Kayseri! Onlar zevki sefa içindeler. Sen ise Allah’ın yarat­tıklarının en değerlisisin, dedi. Allah Rasulü (s.a.) de, yaslanıyorken oturdu ve “Hattab oğlu! Yoksa senin (hak yol üzerinde olduğumuzdan) şüphen mi var?” dedi ve sonra şöyle buyurdu: “Onlar, dünya hayatında iken nimetler kendilerine hemen verilmiş bir topluluktur.” Bir rivayette de: “Yoksa sen, dünya onların, ahiretin ise bizim olmasına razı değil misin!” buyurdu.